Sayfalar

7 Ekim 2011

Blogger N'lerini Seçiyor (Mim)



Sevgili blogdaşlarım, çingularım mydestiny ve kendisi bana çok güzel bir mim paslamışlardı.. Gerçi biraz gecikti bu yazım ama sonunda yazabildim işte.. :) Çok teşekkür ederim beni okuduğunuz, beğendiğiniz ve ödülünüze layık gördüğünüz için diyor ve kendi ödüllerimi veriyorum efenim.. :))

KURALLAR

Yazının başlığı "Blogger N'lerini Seçiyor!" şeklinde olmalı.. Bir bütün halinde ilerlemeliyiz.. Her kategori için en fazla 3 kişi yazabilirsiniz.. (Sadece bir kategori için 5 tane yazma hakkınız var.. Çoğumuzun blog açmasına sebep olan şey, kendimizi anlatmak..) Ekstradan 1 kategori daha ekleyip, seçiminizi yapabilirsiniz.. Kategori açarken tercihinizi mümkünse en zeki, en güzel, en akıllı gibi şeylerden yana kullanmayın.. Tamam birbirinizi tanıyor olabilirsiniz.. Ama burada genel bir seçimden bahsediyoruz ve birbirimizi sadece yazılarımızdan tanıyoruz.. Yazılardan yola çıkarak sonuca varabileceğimiz kategoriler olmalı.. (Kişileri rencide edecek, küçümseyecek türden kategorilere kesinlikle yer vermeyin..) Aynı kişiyi birden fazla kategoriye yazabilirsiniz.. Mim yazılarınız kesinlikle okunacaktır.. Yazılarınız okunduğuna dair yorum bırakılacaktır.. Birgün içerisinde yazılarınıza yorum gelmezse mail atarak haber verirseniz en doğru sonucu elde etmiş oluruz.. [Bu yazıyı okuduktan sonra bir dilek tutun, Kore'de gün doğana kadar gerçekleşecek.. Evi üç kere dolaşıp, amuda kalkın ve bu yazıyı en akıllı, en güzel, en sempatik blogger'a gönderin.. Eğer göndermezseniz blogunuz hacklenecek, oppa'larınız gün yüzü göremeyecek (ben yaptım oldu arkadaşlar)]


Kendisi çingum gibi ben de yukarıda yazılanların tamamını anlamasam da adet olduğu üzere yazdım hepsini.. Belki bir anlayan çıkar sonunda da hepimizi aydınlatır.. Neyse önemli olan gönüller bir olsun eheheh...

Evet geliyoruz gecenin heyecan dolu dakikalarına.. İşte ödül dalları ve benim kazananlarım.. And the Oscar goes toooo..... (evet bu geyiği de yaptığıma göre rahatlayabilirim)


En İyi Tasarıma Sahip Blogger : Bunu Sevdim, Lee (Metropol Günlüğü) (blogun son halini pek bir beğendim) 

 

En Güncel Blogger : Makino(Kaktüs Çiçeği), Yolun Neresindeyim?, Hayal Kahvem 

 

En Meraklı Blogger : Ucuiyagi

 

En Çok Gezen Blogger : Yolun Neresindeyim?, Şu Bu O 

 

En Çok Bilgilendiren Blogger : Makino, Ucuiyagi , Mydestiny

 

En Çok Özlenen Blogger : Serpil (Böyle Buyurdu Gece) (çok özlettin kendini çooook) 

 

En Çok Eğlendiren Blogger: Bunu Sevdim, Kendisi, Makino, Egosantrikrapsody, Seuldenistanbula


En Çok ziyaretçi gönderen: Lee (sağolasın :D) 

 

Kazananların sevincini görüyor ve onlarla bu sevinci paylaşıyorum efenim..

 



Son olarak yazdığım herkes mimlenmiştir diyor ve hala benim gibi bu yazıyı uzatıp da yazmayanlar varsa kolay gelsin diyorum.. Zorlandım şahsen adaylarımı yazarken..

29 Eylül 2011

Okumaca



Birkaç gün boyunca hava kapalı olunca, dün güneşi görmemle kendimi çimenlere sermem bir oldu.. Öğleden sonra güneşinin altında çimenlere uzanıp kitap okudum.. Kendimi dinledim biraz.. İyi geldi.. :) Sonbahar artık iyiden iyiye hissettirmeye başlıyor kendini.. Bu günleri iyi değerlendirmem lazım..

Tavsiye edilir.. :)

11 Eylül 2011

İzlediğim Dizilerden Aklımda Kalanlar (Mim)

Çok zor bir mim’le karşınızdayım dostlar..  Ve de ilk mim’imle.. Tee soğanların ekilme zamanında kendisi beni mimlemişti ama araya birçok şeyin girmesi ve en önemlisi “ben bu yazıyı nasıl toparlayacağım” diye gözümde büyütmekten yazamamıştım.. Çok güzel tam benlik bir mim ama oldukça meşakkatli.. Bu mim’i yapmış olanlara geçmiş olsun, yapacak olanlara da kolay gelsin diyorum.. (sanki deveye hendek atlatacağım anasını satayım laflara bak)

Bu mim sadece Kore dizilerini içeriyor diye algıladığım için yalnızca onları yazdım.. Zaten diğer dizilere girseydim çıkamazdım işin içinden.. Evet evet sadece Kore dizileri yazılacak.. Evet..

Neyse şimdi gelelim benim izlediğim dizilerden aklımda kalanlara..

A Love To Kill

Malum daha önce bu dizi hakkında yazmış ve ne kadar çok sevdiğimden bahsetmiştim.. O yüzden bu diziden aklımda kalan bir değil birçok sahne var.. Ama ben yine de A Love To Kill denildiğinde aklıma ilk gelen sahneden bahsedeceğim sizlere..

Cha Eun Seok ve Bok Goo beraber tek bir gün geçirme hakkı tanırlar kendilerine.. Karda oynarlar ve uzandıklarında Eun Seok Bok Goo’ya döner ve onu ne zaman sevmeye başladığında bahseder.. Flashback’lerle geriye dönülür geçmiş yad edilir falan.. Benim için önemli olan tarafı ise kız bu kez ona sorar, kendisini ne zaman sevmeye başladığını ve Bok Goo beni şaşırtan bir cevap verir.. Belki izleyenler de benim gibi şaşırmıştır bilmiyorum.. Neyse ve sonra flashback’ler bu kez daha önce izlediğimiz ama ayrıntısı verilmeyen sahneleri gösterir.. İşte bu diziyi bu kadar çok sevmeme bir diğer sebep de buydu.. İnce düşünülmüş bir senaryo.. O sahneleri tekrar izleyip aslında farklı bir tarafından bakınca oldukça şaşırmıştım.. Çok romantik, çok güzel bir konuşma geçmişti aralarında.. Aklımda kalan en güzel sahnelerdendir..


My Girl

İkinci izlediğim romantik komediydi ama beni en çok güldüren bu diziydi.. Başroldeki kızı çok sevmiştim.. Tam bir şirinlik kumkuması.. Zaten bu yüzden kimse doğru dürüst kızamıyordu bile buna.. Ne çok kandırırdı milleti ahahah… Neyse gelelim aklımda kalan sahneye..


Toplam dizi boyunca ne kadar güldüysem bu sahnede ondan daha fazla ağlamışımdır herhalde.. Kız o kadar içli ağladı ki dayanamadım beaa.. Çok gerçekçiydi bir kere.. İçindeki acıyı içinde tutup tutup sonra bir anıyla artık dayanamayıp ağlamaya başlaması, nefes alamaması o kadar etkilemişti ki beni, dizi bittikten sonra bile aklıma geldikçe gözlerim doluyordu..


Full House

Bi Rain’i ilk kez burada görmüştüm.. O şebelek halleri az güldürmemişti beni.. Bu diziyi de düşündüğümde aklıma gelen ilk sahne ise şu: Lee Young-Jae (Rain) Han Ji-Eun’un (esas kız) yatak odasına girer ve yaptıkları sözleşmeyi arar.. O arada kızın odasına geldiğini fark edince de dolaba saklanır.. Sonrasında Han Ji-Eun kıyafetini değiştirmek ister ve dolabı açmaya yeltenir ama Lee Young-Jae dolabın kapağını tutar, açılmasını önler.. Neyse kızımız inat eder açmaya uğraşır ve pes eden Lee Young-Jae kapağı bırakır.. Kız kapağı açar açmaz dışarı fırlar bir sürü kıyafetle.. Han Ji-Eun şaşırır tabi, “ne yapıyorsun?” falan der.. Bu durumu kurtarmaya çalışan Lee Young-Jae ise işi şakaya vurur ve kahkaha atarak “sürpriiiizzz” der..

Ahahahh ne gülmüştüm bu sahnede ya.. Hayır zaten Rain’in suratına bakınca normalde de gülüyordum ama bu sahne müthişti..


Coffee Prince

Favori dizilerimden olur kendileri dolayısıyla tek bir kare yok aklımda.. Ama bunda da aklıma ilk gelen sahneyi paylaşacağım sizinle..

Daha önce de Coffee Prince yazımda da bahsetmiştim aslında.. Bu sahneyi o kadar çok sevmişim ki hafızama yer etmiş dolayısıyla.. 9. bölüm kumsal sahnesi.. Baksanıza kaçıncı bölüm olduğunu bile hatırlıyorum ahahah…

Han Kyul sevdiceğine bir türlü yakınlaşamazken işte bu sahnede kendini koyuverir.. Çok hüzünlü çok etkileyici bir sahnedir..


Boys Over Flowers

Bu dizinin yeri bende ayrıdır.. Bir kere Kore dizileriyle tanışmamı ve de sevmemi bu diziye borçluyum.. İkincisi zaman zaman Geum Jan Di’ye sinir olsam da yine de çok hoşuma gitmişti bu dizi.. Çok eğlenmiştim.. Neyse gelelim aklımda kalan sahneye..

Gu Jun Pyo ve Geum Jan Di zor da olsa çıkmaya başlamışlardır.. Gu Jun Pyo arkadaşlarının yanında Geum Jan Di’nin aramasını bekler, telefon elinde.. Bu arada arkadaşlarından biri ara der, diğeri sakın arama ipleri onun eline verme der falan.. Derken telefon çalar ve bizimki heyecanlanır.. Arkadaşı –ki kendisi Kazanova Kim Bum olur-  “sakin ol, umurunda değilmiş gibi davran” der ve Gu Jun Pyo abartır.. Telefonu açtığında “Geum Jan Di mi? Hangi Geum Jan Di?” der.. İşte benim kopmam da tam da bu replikle olur..



I’m Sorry I Love You

Ya şimdi ne kadar siteye, blog’a baktıysam hepsi öve öve bitiremiyor bu diziyi.. Ben de izledim ama salya sümük olmadım o ne olacak? Valla kendimden utanıyorum şu an.. Herkes kutu kutu selpak bitirdim, damacanalar dolusu ağladım demişti.. Ben de bir heves izlemiştim.. Ama baktım ki bende tık yok.. Bayağı bir düşündüm acaba ben de mi bir gariplik var diye ama yok yani odun biri sayılmam (sayılmam?).. Yani aslında çoğu zaman sulu gözün tekiyimdir.. Artık bu dizi için beklentilerimi mi yükselttim bilmiyorum ama kendimden gerekli randımanı alamadım.. Sonlara doğru hafiften boğazım düğümlendi ve gözlerim doldu o kadar.. ahahah şu an hakikaten kendimi çok ruhsuz hissettim..

Neyse efenim yine de bu diziyi düşününce aklıma gelen bir sahne var.. Nasıl olmuş bilmiyorum ama aklımda kalmış işte.. Şaka şaka çok sevmiştim de ondan kalmıştı.. Hatta boğazımın düğümlenmesi de o ana denk gelmişti..

Ji Sub’cuğum uyurken esas kız onunla ilgili her şeyi hafızasına kazımak ve o öldüğünde ondan hatıra bir şey kalması için Ji Sub’un fotoğrafını çekmeye başlar.. İşte “bayımın gözleri, ağzı, burnu” falan diye.. Çok içime dokunmuştu bu sahne.. Sevdiğin birinin artık seninle olamayışının nasıl bir şey olduğunu, nasıl çaresizleştiğini ve ondan yanına alabildiğin tüm hatıraları toplamanın nasıl acı verdiğini çok güzel anlatmıştı..


Tabi bu dizinin benim için en önemli yanı, sayesinde So Ji Sub'la tanışmamdır.. Sağolun varolun tüm dizi ekibi..


My Girlfriend is A Gumiho

En sevdiğim ve de en çok güldüğüm diziler arasındadır.. Shin Min Ah’ın sevimliliği tek başına yeterliyken bir de Dae Woong’un halası ve Yönetmen Ban beni benden almışlardı.. Onların sahnelerinde kahkahalarımla evi inletiyordum.. Yönetmenin o Yeşilçam havası, halanın çekici görünme çabasına rağmen her seferinde rezil olması falan şahaneydi.. Neyse aklımda kalan sahneye geleyim.. Dae Woong’un halası Yönetmen Ban’ı ziyarete gider ve oturduğu bankta uyuyakalır.. Sonrasında Yönetmen Ban gelir ve kadının yüzüne güneşin vurduğunu görünce onu korumak ister.. Ama ne korumak.. Ahahah…


Güneş bulutların arkasında kaybolana kadar öylece bekler.. Terden sırılsıklam olmuştur.. Sonunda giderken pardösüsünü de karizmatik(!) bir şekilde havalandırmayı ihmal etmez..


Secret Garden

Bu diziyi ne çok sevmiştim yahu.. Kırk kere izlesem sıkılmayacağım dizilerdendir.. Bilerek hakkında yazı yazmamıştım çünkü içinden çıkamayacağımı biliyordum.. Şunu sevdim bu sahneye bayıldım diye sayamazdım zira dizinin tamamını sevdim.. Onu da anlatmaya sayfalar yetmezdi.. Ama yine de aklımda özellikle kalan bir sahneyi anlatayım sizlere.. Aklımda kalmasının sebebi de kardeşim yatarken izliyordum diziyi ve bu sahne geldiğinde öyle bir gülmüştüm ki –ya da böğürmüştüm demek daha doğru olur- kardeşimi uyandırmıştım.. Kız ağlamıştı korkudan..

Gelelim bahsi geçen sahneye.. Şimdi malumunuz izleyenlerin de çok iyi bildiği gibi Kim Joo Won kendini beğenmişin biridir.. Her şeyin en iyisini o bilir, o yapar, o giyer.. Bu sahnede de Gil Ra Im bunu top oynaması için çağırdığında “çok iyi oynarım” havalarında gidip bir halt yapamayınca suçu millete atmaya başlamıştı.. Derken yüzüne top yiyince dönüp yanındaki elemana bir bağırması var ki.. İşte benim koptuğum an o andır..


Çeviren kişi de bayağı bir gülmüş olacak ki çeviride belirtmiş zaten.. Bu mim’i hazırlarken bu sahneyi arıyordum ve izlemeye başladım.. Hala aynı şekilde güldürebiliyor beni daha ne diyeyim..


Evet yazımın sonuna gelmiş bulunmaktayım.. Gerçi bana 'aklımda kalan'dan çok, sevdiğim sahneleri yazmışım gibi geldi ama neyse ahahah...

Bu mim'i çiçeği burnunda blogdaş egosantrikrapsody'e paslıyorum.. Kolay gelsin çingu.. :)

8 Eylül 2011

Kuzey Güney - Tuttum Bu Diziyi


7 Eylül günü ekranlarımızı şenlendiren Kuzey Güney'i pek bir sevdim efenim.. Nedenine gelecek olursam, her şeyi bir kenara bırakır ve sizlere Kıvanç Tatlıtuğ derim.. Hayır Kıvanç Tatlıtuğ hayranı değilim (tamam six pack'leri görünce bende de bir hareketlenme oluyor o bir gerçek),  onu her gördüğümde "kıvaaağğğğğnnnççç yeriiiiiiimmmm" nidalarıyla evi de inletmiyorum.. Hayır nefret de etmiyorum.. Kısacası kendisine karşı hiçbir duygu beslemiyorum.. Bu yüzden ben bu adamı izlerken hep objektif yaklaşabilmişimdir şimdiye kadar.. Ta Menekşe ile Halil'den beri beğenirim oyunculuğunu.. Mesela o dizide -ilk bölümüydü sanırım- Menekşe'nin evlendiğini görünce tuvalete kapanıp sinir krizi geçirdiği bir sahne vardı.. İşte orada bir "vaaayyy" demiştim kendisi için.. Oradaki karakteri çok naif biriydi, tatlı, sempatik, aşık falan.. Derken Aşk-ı Memnu'da tam bir zengin züppe olarak çıktı karşımıza.. Hatta tam bir "Behlül".. Amcasının karısına göz diken namıssız.. Herkesi inandırdı bu haline derken Ezel'de Sekiz olarak gösterdi kendini bu kez.. Aşk-ı Memnu sırasında yaptığı göbeğe yenilerini eklemiş, iyice hayvan gibi olmuştu..


Sekiz rolünde en beğendiğim performansı, bir sokak arasında Ezel'le karşı karşıya kaldığı sahnedir.. Orada Ezel'e doğru koşar koşar ve uçarak tokadı patlatır.. Tam bir saykoydu orada kendileri ve hakkını da vermişti doğrusu.. Ama Kuzey Güney, Kıvanç Tatlıtuğ'un şimdiye kadar ki en iyi performansı bana göre.. Dizi bitene kadar ağzım açık izledim resmen.. Deli gibi çalıştın mı naptın bilmiyorum ama helal olsun valla.. Bundan sonra kimse bu adam için manken falan demesin arkadaş.. Hayır yani büyük hakaret..

Neyse ben  bu dizinin sadece tek bir fragmanını izlemiştim.. O da şu "sen gitmeyeydin beyle beyle olmayacağdı, işte öyle olunca da şey oldu" tarzında bir fragmandı.. Ve açıkçası benim pek umudum yoktu.. Bugün(7 Eylül) kanalları dolaşırken bir de baktım dizi başlamış.. Eh izleyeyim bari dedim.. Anacım ben öylesine izleyeyim demiştim ama daha ilk dakikasından kendine bağladı beni.. Bir kere çekimler çok kaliteliydi.. Sinema filmi izler gibi hissettim kendimi dizi bitene kadar.. Jenerik de çok güzeldi.. Müziklere lafım yok zaten yine Toygar Işıklı imzası ki her şey bir yana Ezel için yaptığı müzikler ortada.. Oyuncular çok iyi seçilmiş, cuk oturmuşlar diyebilirim.. Ama başroldeki kızdan emin değilim bak.. Konservatuarlı, başarılı biriymiş fakat ilk kez izlediğim için henüz karar veremedim kendisi hakkında.. İleriki bölümlerde kararım netleşir sanırsam.. Ve flashback'ler.. Geçmişe dönüşler çok iyiydi.. Ama şimdi yani sayın senaristler siz koymuşsunuz oraya 32 gibi görünen Buğra'yla 30 gibi görünen Kıvanç'ı.. Tutup bize "ahan da Güney 18, Kuzey ise 16 yaşında burada" demeye çalışmışsınız ama yedik mi hayır.. Ya bariz belli ergen değiller bildiğin "adam"lar "adam".. Hele bir de Buğra Gülsoy'u Kıvanç'ın abisi olarak yutturmak nedir ya? Bir kere ikisi yanyana geldi mi zaten Buğra Kıvanç'ın yanında (üff soyadlarını yazmak zor geldi) güdük gibi kalıyor.. Onu da geçtim, tiplere direk genetik hata gözüyle bakıyorsun.. Anaya babaya bak bir de bunlara bak.. Farklı camilerden farklı zamanlarda alınmış gibi duruyorlar.. Hayır Buğra Gülsoy hadi bir nebze esmerlikten falan kurtarıyor da Kıvanç Tatlıtuğ'un hiç şansı yok.. Neyse bunun gibi saçmalıkları ve yer yer klişeleşmesi dışında şimdilik gözüme bir şey batmadı..

Hikaye oradan arak buradan cukka olabilir.. Zerre ilgilenmiyorum.. Zira Ezel için de Monte Kristo Kontu denip burun kıvırılmıştı da nolmuştu? Ki birçok farklı noktası vardı ya neyse.. Yine de bütün söylenenlere rağmen süper 2 yıl geçirdik sayesinde.. Benim için önemli olan hikayenin sürekliliği ve saçmalamaması.. Umarım başladığı gibi güzel devam eder..

Neyse ilk bölümle ilgili notlarıma gelecek olursam eğer;

- Kıvançcığım zayıflayarak benim gibi ekran başındaki nice gariban izleyiciye nasıl bir hayır yaptığının umarım farkındasındır.. O domates gibi parmaklarından ve kamyon kasası gibi göbeğinden kurtulmana inan en çok benim gibi garibanlar sevindi..

- Kuzey tam bir odunsun.. Kıza türlü bakışlar atmış ayartmışsın falan iyi hoş.. Kız senin sonradan çulsuz olduğunu öğrendiği halde "yine de gideri var" deyip evine kabul etmiş.. Güzel bir gece geçirmişsiniz.. Sen hala "konuşma, sorma, yatsana yaağğğ" diye gayet malca tavırlarınla gözlerimi doldurdun.. Kıza iki tane çakacaksın diye de korkmadım değil hani.. He ama sonda "ışığı kapatma, karanlıkta uyuyamam ben" demen çok karizmatikti.. Ya da o da odunsal bir içgüdünün yansımasıydı ama ben karizmatik buldum.. Olabilir..

- Buğra seni severim bilirsin.. Ama sence de artık şu Vural'dan kurtulmanın zamanı gelmedi mi? Hala bir "acıyın bana" tavırları, bir ıslak köpek bakışları, "benim bunlarla ne işim var" halleri falan.. Yetmedi mi yavrucuğum? Kurtul artık şu Vural'dan yahu.. Seni izlerken ben geriliyorum.. Kuzey'le sahnelerinde adamın suratına "ahan da şimdi sümsüğü yiyeceğim" "ağzıma ağzıma vuracak" diye bakıyorsun ben tırsıyorum..

- Matmazel?! Evet evet Matmazel.. Zerrin Tekindor bu dizide esas kızın annesi olarak çıkıyor karşımıza.. Hala çok bakımlı ve alımlı.. Güzellik merkezi işletiyor.. Kızını oyuncu yapma peşinde.. Güney'i ise kızına layık görmüyor.. Ona göre o daha iyilerine layık.. İşin ironik yanı bizim Matmazel Behlül'ü tekrar basıyor.. Şimdi şöyle ki, Kuzey esas kıza aşıktır, ona açılmak için evine gider.. Ama görür ki Güney ondan hızlı davranmıştır.. Büyük bir acı duyan Kuzey yıkılır.. Bunu anlayan tek kişi de bir köşe de sinsi sinsi izleyen Matmazel yani esas kızın annesi olur.. Bunu gören Kuzey irkilir.. Kuzey yakayı ele vermiştir..

- Sevgili senaristlerin sayesinde az da olsa gördüğüm adonis Kuzey'e baktığımda dövmelerin kaybolduğunu gördüm.. Makyaj mı yapılmış artık bilmiyorum ama yoklar.. Hemen bir açıklama geitirilsin pls.. Dövmeler önemli..

- Ezel'in koskoca psikopat, hasta katili Temmuz hey hey de hey heeyyyy.... Sen bu hallere düşecek adam mıydın? Mıydııınn? Tezgahın üstünde, üstüste giydiğin sütyenlerle roman havası oynamak nedir allasen? Neyse Temmuz'dan kurtulmana sevindim yine de.. Hiç sevmezdim o dangozu..

- Adını bilmediğim esas kız.. Gözlerini çok sevdim, çok güzelmiş..

- Kuzey ve Güney'in anası olacak kadın.. Ya sen nasıl bir annesin? İnsan evlatlarını ayırır mı pis mendebur?! Bak yine sinirlendim..

- Dizide en çok etkilendiğim sahne Kuzey'in babasından dayak yediği sahneydi.. Bir sahne ancak bu kadar gerçekçi olabilirdi herhalde.. Kıvanç sen naptın ya? İzlerken farkında olmadan yerimden kalkmışım.. O kadar gerilmişim yani.. Sondaki o yumruk hakkında hiçbir şey söyleyemiyorum.. Çok kötü ama çok gerçekçiydi..

- Son olarak Kuzey karakteri hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.. Flashback'lere baktığımızda Kuzey'i  tam bir Türk ergeni olarak gördük.. Adam normal bir ergen nasıl olur göstermiş.. Kısacası angutun tekiydi çok afedersiniz.. Adamın içine resmen bir Recep İvedik kaçmıştı.. Hayır izlerken etrafımda bunun gibi çok tip olduğunu hatırlayıp epey bir sinirlendim bir de.. Yani zaten öyle ya da böyle çevremde bu gerzekler, bari ekranda görmeyeyim değil mi? Bayağı gıcık oldum kendilerine.. Tabi bu Kıvanç Tatlıtuğ'un "seksi, yakışıklı, karizmatik" görünümüne rağmen bunu inandırabilmesi açısından oldukça başarılıydı..

Günümüzdeki hali ise bende tam bir saatli bomba izlenimi uyandırdı.. Ne zaman kime patlayacağı belli olmayan bir bomba.. Ama sanırım bu hallerini yavaş yavaş bırakmaya başlayacak.. Zira intikam planını uygulayabilmek için sakin kafalı ve soğukkanlı olmak zorunda..

Bana göre ilerleyen bölümlerde Kuzey hapishanede öğrendiği boksu dışarıda devam ettirecek.. Bu şekilde Bade İşçil'in oynadığı adını bilmediğim zengin kızın koruması olarak işe başlayacak.. Bu sayede hem zengin kızla yakınlaşacak, hem  Güney'in çevresini dağıtmaya başlayacak, hem de esas kıza arada bir göz kırpacak.. Yani tabi bunlar tamamen hayalgücümün saçmalaması da olabilir.. Hatta kuvvetle muhtemel öyledir..

Bu arada söylemeden edemeyeceğim Kıvanç Tatlıtuğ Buğra Gülsoy'u oyunculuğuyla ezip geçmiş.. Hakikaten bu kadarını beklemiyordum.. Buğra tiz silkelen ve kendine gel!

Sonuç olarak ben bu diziyi en azından ilk bölüm itibariyle tuttum.. Çok fazla klişeye kaçılmaz ve sündürülmezse güzel bir şeyler çıkacak gibi hissediyorum.. Umarım yanılmam.. 


Not: Bunu yazarken yarısından fazlasını kaybedip tekrar yazdım.. Şu anda çok mutsuzum biliyor musun? Ayrıca seni sevmiyorum blogspot!!!

26 Ağustos 2011

Şizo'nun Dramı..


Ön Not: Bu yazım feci derecede uzun olup, tamamen gerçek olaylardan esinlenilip, benim iç dökmelerimden oluşmaktadır.. Sıkabilitesi yüksektir..

Adamımız 45 yaşında, uzaktan bakınca gayet normal görünen, entelektüel diye adlandırabileceğimiz biri.. Gözünüzde iyice canlandırabilin diye bu kadar ayrıntıya giriyorum..

Geçen hafta çok sevgili "Bay İşini Millete Yaptırmaya Bayılan Adam" beni arayıp: "Şizo ben taşınıyorum, şu anda da Eskişehir'deyim arabamın bilmemne parçası için uğraşıyorum, daha sonra da buradan bıdıbıdı şehrine geçip orda falan filan işleriyle uğraşacağım.. Oraya ne zaman döneceğim belli değil, evi iki üç gün içinde boşaltmam gerek kira ödememek için (Buraları "kısa kes asıl mevzuya gel" tatlarında dinliyorum).. Benim evdeki eşyaları senle Diğer Bayan Talihsiz toplar mısınız? Zaten pek bir eşya yok.. İki üç parça bir şey.. Ben çoğu şeyi toparlamıştım.. Geri kalanları da eskiciye vereceğim zaten.. Yapabilir misiniz?" dedi..

Sonuçta benim çok değer verdiğim biri.. Çok severim kendisini, doğal olarak hayır diyemedim.. O kira ödemesin diye ben her şeyi yaparım zaten.. Yeter ki boşu boşuna, sanki benim cebimden çıkacakmış gibi ödemesin o kirayı.. Buna müsaade edemezdim.. Tabi.. İçimden bunları söylesem de  "Olur BİMYBA, peki BİMYBA, ne demek BİMYBA" demek zorunda kaldım.. Çünkü ben bir eşeğim.. Yalan mekanizmama bir haller olmuş.. Söylesene şehir dışındayım diye..

Bunun üzerine BİMYBA "Hemen gidebilir misiniz? Ev sahibine evi hemen boşaltacağımı söylemiştim de" dedi.. Bu cümlede her hangi bir tuhaflık yok ama aradığında saat altıydı.. Altı.. Hatta bir de rakamla yazayım "6".. Yahu ramazan ayındayız oruç tutuyorum insan bi düşünür.. Burda kalmış iftara 1.5 saat.. Nasıl gideyim? Hemen gidin ne ya.. Hadi onu da geçtim ramazan ayında olduğumuzu, oruç tuttuğumuzu ve güneşin beyin eriten sıcaklıkla tepemize tepemize vurduğunu bildiğin halde nedir bu ısrar, bu istek!? E tabi en enayi beni buldun kullan kullanabildiğin kadar..

Sesimi en uyumlu tonda tutarak, "Şu an gidemem malum bir saat sonra ezan okunacak, yarın erkenden giderim." dedim.. Bunun üzerine, hoşuna gitmediğini belli eden bir "hımm"lamayla isteğimi kabul edip, anahtarların nerede olduğunu ve beni ertesi gün arayacağını söyleyip kapattı..

Ondan sonra üşüştü beynime beni kıvrandıran düşünceler.. Kafamdan binbir türlü şey geçiyordu.. Ama beni en çok korkutan düşünce "Ya çok susarsam?" dı.. Evet bundan çok korkuyordum.. Dili dışarı fırlamış köpek gibi dolanmak istemiyordum etrafta.. Ama bir yandan da kendimi, "Yok canım korkacak bir şey yok, altı üstü bir kaç parça eşya" diye teselli ediyordum..

Ardından Diğer Bayan Talihsiz'le (biz DBT diyelim) kısa bir konuşmanın ardından buluşacağımız yeri ve saati kararlaştırdık..

Ertesi gün saat 1 gibi çıktım evden.. Dışarı adımımı attım ve karşılaştığım yoğun sıcaklık dalgasıyla günü nasıl tamamlayacağımı düşündüm.. Bu sıcakta işinin başında olanlara da içimden "hey maşallah" demeyi ihmal etmedim.. Ayaklarım geri geri giderken zor da olsa bindim minibüse, gittim buluşacağımız yere.. DBT de geldikten sonra anahtarları da aldık ve koyulduk yola.. Yola koyulduk ama ikimiz de evi bilmiyoruz.. Hadi DBT az biraz biliyor gibi de ben tamamen fransızım.. Neyse yolda tanıdık biriyle karşılaştık, şansa o evi biliyormuş taktık peşimize zorla, adamın rehberliğinde ilerledik.. Bir yandan da gördüğümüz her dükkana girip karton kutu arıyoruz.. Çünkü BİMYBA "Ben biraz almıştım ama siz de karton kutu alırsanız iyi olur, onlar yetmeyebilir" demişti.. Bula bula kıçı kırık bir tane bulduk yol üzerinde -pazar günü doğru dürüst açık yer olmayınca doğal olarak- ve eve ulaştık nihayet.. Bize yolu gösteren adamın gözünün içine bakıyordum, " E bari ben de size yardım edeyim" demesi için ama nerdeee?? Arkasına bile bakmadan kaçtı.. Kaçışını izlerken, "Ya ne var ki? Bir kaç parça eşyayı paketlememizde bize yardım edecektin o kadar.. Şu iki kızı bırakıp nasıl kaçarsın insafsız!?" diye içimden saydırmaya başlamıştım..

Önüme döndüğümde DBT eğilmiş apartmanın kapısını açmaya çalışıyordu.. Biraz zorlanarak da olsa açtıktan sonra merdivenleri çıkmaya başladık.. Yahu ben böyle merdiven görmedim.. Merdiven değil mübarek ölüm tuzağı.. Kazara ayağını yanlış attın mı veya kaydırdın mı, hooopp apartmanın soğuk zeminiyle akraba olursun.. Tırsa tırsa çıkarken apartmanda ışık namına bir şey olmadığını da farkettim.. Yukarı doğru çıktıkça karanlık arttıkça arttı.. Artık harbiden korkmaya başlamıştım düşeceğim diye.. Lan adamın birinin şeyinin zevkine olan bana olacaktı.. Resmen göç edecektim ultra sıkıcı hayatımdan(ergen mod on).. Neyse düşündüğüm olmadı ve DBT'ye tutuna tutuna çıktım merdivenleri.. Daha kapıya geldiğimizde anlamıştım bir gariplik olduğunu.. Tanımlayamadığım kokular geliyordu burnuma.. DBT kapıyı açınca tanımlayamadığım kokular bir bir tokat gibi çarptı yüzüme.. Kah sağ yanıma kah sol yanıma yedikçe yiyordum darbeleri.. Bu arada kokular kendilerini tanıtmayı da unutmadılar: Havasızlık, bozulmuş yiyecekler ve toz.. Tozun kokusu mu olurmuş demeyin.. O saate kadar ben de olmaz sanıyordum ama demek ki toz eve yerleşe yerleşe iyice benimseyip, bir canlı haline gelmiş ki kendinde kokma hakkı görmüş..

Kapıda hafif bir baygınlık geçirdikten sonra içeriye adımımızı attık.. İlk iş evi şöyle bir kolaçan etmek oldu, nerde ne var diye.. Oh cisıs gördüklerim kabus olmalıydı!!!


Hani birkaç parça eşyaydı? Hani ben zaten çoğunu topladım merak etmeyindi? Bütün eşyalar adeta bir yeşilçam kötü karakteri edasında el sallıyordu bana, "Bu kadar kolay olacağını gerçekten de düşündün mü ahmak seni?".. Ayrıca evin durumu içler acısıydı.. Sanki ev 1 aydır değil de yıllardır kullanılmıyordu.. Toz zerrecikleri evde tepişirken zor da olsa camları açabildik.. Eve oksijen girince hafiften kendime gelmeye başladım.. Şöyle bir etrafa bakayım ne var ne yok diyerekten ilk olarak yatak odasına girdim, girdim girmesine ama burası yatak odası süsü verilmiş bir çıfıt çarşısıydı, mübarek odada yok yok.. Kendimi oradan kurtarmak için mutfağa attım ama atmaz olaydım.. Tezgahın üstü benim, senin yani normal insanların çöp diye attığı plastik kutularla doluydu..


Kafamı kaldırıp yukarıdaki dolaplara baktım acı içinde, içlerinde ne olduğunu tahmin etmek bile istemedim.. Döndüm arkamdaki buzdolabına, kapağını açmamla gözlerimin kararması bir oldu.. O nasıl bir kokudur öyle? Ceset mi sakladın adam? Ek iş olarak Hannibal'lık mı yapıyosun nedir?

Hayır iyi ki içinde pek bir şey yoktu da bu kadar kokmuştu, öbür türlü yüksek dozda metandan ölen genç kız diye 3. sayfa haberi olacaktım.. Kapağı açtığım gibi kapattım hemen..

Yine yatak odasına geçip, BİMYBA'yı aradım.. "Eve geldim neleri paketleyelim?" dedim, bir yandan da etrafa bakarak.. "Bu çerçöpleri paketletmez herhalde" diye düşünüyordum ki beni banyoya yönlendirdi..

"Şimdi Şizo banyoya git, ne var orda söyle bana".. Ne olacak bir yığın çöp..



Şu fotoğraftaki lavabonun üstündekileri silin, daha pis bir raf ve yarısı bitmiş traş köpükleri, diş macunları düşünün işte orası banyo.. Hani 'köpek bağlasan durmaz" diye bir laf vardır ya.. Durur durur ama iki gün sonra "ben bile bu kadar pis değilim arkadaş" deyip kendini vurur..

Telefondan bana direktifler vermeye devam etti.. En sonunda uzun karar aşamasından sonra bitmiş macunların, kir içindeki traş köpüklerinin ve diş fırçasının atılmasına karar verdi.. Bayağı bayağı düşündü ama atılsa mı paketlense mi diye..

Sonra koridora yöneldim, ne paketlenebilir diye bakıyordum.. Şu plastik ayakkabılıklardan vardı bir tane.. Tabi o resimdeki gibi gıcır değildi.. Her yerin olduğu gibi o da toz toprak içindeydi.. Neyse en üstteki rafta kuru çiçekler ve abidik gubidik oyuncaklar vardı(evet oyuncak).. "Ayakkabılık var burada, üzerinde de kurumuş çiçekler var, ne yapayım paketleyeyim mi?" dememle BİMYBA'nın heyecanlanması bir oldu.. En duygusal sesini kullanarak, "Heaa şimdi çok önemli bir yere geldik.. O çiçekler benim için çok önemli.. Orada küçük oyuncaklar da var değil mi? Heh işte onların hepsinin bende hatırası var.. Şimdi onları güzelce paketliyorsun ve kutuluyorsun.." Ne hatırası ne değeri ya? Çerçöp bunlar.. Oyuncak dediklerin kararmaktan şekilleri kaybolmuş ecüş bücüşler.. Çiçekler desen kurumuş, zerreciklere ayrılmışlar.. Hala nedir bu ısrarın? Nedir bu romantikliğin arkadaş ya? Hayır madem çok değerliler ayakkabılığın üstünde ne işleri var.. Al adam gibi sakla.. Üstelik ben paketleyeyim mi derken ayakkabılığı kastetmiştim.. Hatta üstündekileri napayım atayım mı diyecektim ki tuttmuştum kendimi.. İyi ki de tutmuşum, yoksa bir ton laf yiyecektim: "Çok değerli onlar.. Atılır mı hiç? Biraz romantik ol.. Sana verilen şeylerin kıymetini bil.." diye diye beynimi kemirecekti.. "Ayakkabılığı napayım paketleyeyim mi?" diye sorunca da, gayet önemsiz bir şeymişçesine -evet benim için çerçöpten daha önemliydi o-, "At onu ya, ya da birine ver" demez mi? Hayatımda enteresan tipler gördüm ama bunun gibisi ilk defa karşıma çıktı.. Çöpü sakla ama para verip aldığın bir şeyi at gitsin.. Mantığına tükürem..

Daha sonra koridorda paketlenecek bir şey kalmayınca, mutfağa yönlendir di beni ki, hiç girmek istemiyordum oraya.."Şimdi ne var etrafta, neler görüyorsun?" Çöp ev görüyorum ne göreceğim!! Fayansın üstü bulabildiği, alabildiği, biriktirebildiği -ki anladığım kadarıyla bunda hiç zorlanmamış- plastik saklama kutularıyla doluydu.. E be adam ne işin olur o kadar kutuyla? Bir an korktum acaba onların da mı anısı var diye? Romantik romantik cinnet geçirirdim öyle bir şey isteseydi.. "Onları at, evde çöp poşeti var, (vadesi çoktan dolmuş olan) tencere ve tabakları paketle" dedi.. Tabi tencere ve tabakların vadesi benim için dolmuştu.. Ona göre onlar hala kullanılabilir, gıcır eşyalardı.. Zaten onun için evi de kirli değil sadece biraz tozluydu.. Abartacak bir şey yoktu..

Başladım mutfağın çeşitli yerlerine bakınıp, çöp poşeti aramaya.. Buzdolabıyla duvarın arasına bilumum market ve bakkal poşeti sıkıştırmıştı ama onlarla uğraşmamak için hazır poşet daha iyi olur diye düşündüm.. Aradım ve sonunda buldum.. Ama bulduğum poşet "normal" çöpler için olduğundan, evdekiler için belediyeyi çağırmak daha uygun olurdu..


Valla belediyeyi aramamak için bayağı direndim.. Sonunda "Şizo bunu er ya da geç yapacaksın.. Gel hemen yap ve kurtul.." diyerek başladım çöpleri bir bir poşetlemeye.. Çöp poşeti dayanamayıp, yırtıldığından market poşetlerine giriştim mecburen.. Üst dolapları bitirip de alt dolaplara geçince gözlerime inanamadım..


Yaklaşık iki düzine cam kavanoz vardı dolapta.. İki düzine.. Ve bu adam tek başına yaşıyor, anası bacısı falan yok yanında.. Gören de turşu tutmadan, reçel, konserve yapmadan bir yılı geçiremediğini zanneder.. Pintiliğin vücut bulmuş hali resmen adam.. Hiçbir şeyi atmamış evinden.. Dolabın derinliklerine biraz daha inince bu sefer de boş konserve kutularıyla karşılaştım.. Onları da biriktirmiş! Yani bayağı temizlemiş ve güzelce istiflemiş.. Hayır tamam belki bu senin kişisel zevkin, belki hepsinin anısı var, belki onlar bir gün işe yarayacaklar ama benim ne suçum var?! Hepsini ben toplamak zorunda kaldım!


DBT bir yandan mutfak eşyalarını toplarken ben de çöpleri poşetlemeye devam ettim.. Ama aklım hala kavanozlardaydı.. Onlar nasıl çıkacaktı? Poşetlerle taşınamazlardı, buna ne poşet ne de inip çıkmaya bizim gücümüz yeterdi.. Kutulayamazdık çünkü o kadar kutumuz yoktu.. En sonunda onları hiç görmemişiz gibi davranmaya karar verdik..

Mutfağı bitirdikten sonra bu kez de yatak odasına geçtik.. Ben şöyle bir etrafı kolaçan ederken, DBT "Bu ne ya? Bunu nasıl çıkartacağız buradan?" diye veryansın etmeye başlayınca ona doğru döndüm.. Kafasını kaldırmış yukarı baktığını görünce, ben de baktım ne varmış diye.. Yo yo yooo bu kadarı da fazlaydı!! Yok artık! Kafamın üstünde -daha önce nasıl göremediğime hayret ettim- bir balık ağı vardı.. Evet evet basbayağı bir balık ağı.. O duvardan o duvara asmış, içine de renkli lambalardan koymuş, yatağının üstünde duracak şekilde de ağa bir şeyler takmıştı.. Adam sen bu kadar fanteziyle nasıl yaşıyorsun ya?! Nasıl bir zevk dünyan var senin? Balık ağına lamba atıp, yatarken izlemek nedir? Bir de yerdeki ayaklı şamdanların üzerindeki mum kalıntılarına bakarak, bu fantezinin loş ortamlarda yapıldığı sonucuna ulaştım.. Şamdan zaten ayrı bir olaydı.. Normal bir insan mumu yakar, sonra mum bitince atar ve yenisini takar.. Bizim ki şamdanın tabağında ne kadar boş yer varsa kullanmış.. Yetmemiş, boş yer kalmayınca başlamış eriyen mumların üstüne yapıştırmaya mumları.. Olmuş mu sana tabakta üç parmak kalınlığında bir tabaka? Bir de mum erimiş şamdanın ayaklarından halıya.. Halı olmuş sana bir dünya haritası..

Neyse başladık eşyaları toparlamaya, balık ağını falan başka bir arkadaşa bıraktık bizim boyumuz yetmez diye.. Sonra BİMYBA aradı, tekrar direktiflerine başladı.. Onu atın, onları paketleyin, onu da birine verin... Dedim "BİMYBA burada bir şey var yerde, çuvalın içinde ne yapayım onu?" "Ne ki o? Bir bak bakalım.." dedi.. Demesi kolay gel de kendin bak.. Her dokunduğumda toz bulutu yükseliyordu havaya ama ne bulut.. Hani evin tozunu alırken çıkanlardan değil, fantastik filmlerdeki yıllardır el değmemiş sihir kitaplarından çıkan tozlardandı bu.. Dokundukça öksürdüm, oflayıp pufladım.. Bana "Ne o Şizo, sen benim evime tozlu mu demek istiyorsun?" demez mi? He bir de ciddi ciddi sordu bunu.. "Ben gelmeseydim belediye gelecekmiş evinize" deyince bozuldu hafiften.. Adam konduramıyor evine "pis" kelimesini.. Bu da onun temizlik anlayışı demekten başka ne gelir ki elden dostlar?

Dört saat gibi bir sürenin sonunda her şeyi toparlamıştık ama bende güç namına bir şey kalmamıştı.. Su içemediğim için evin bütün tozunu boğazımda toplamıştım.. Mitelar yuva yapmıştı resmen.. Boğazımın ağrısından ve tükürüksüzlükten yutkunamıyordum.. Ezan okunduktan sonra suyla ne gibi fantezilerim olabilir diye düşünmeye başlamıştım artık..


Sonra ikinci elcilerle görüşüldü ertesi gün.. Adam kırık dökük bir dolaba, içi kokmuş kendinden vazgeçmiş bir buzdolabına, çalışıp çalışmadığı belli olmayan çamaşır makinesine ve evin bir ferdiymiş gibi duran kanepeye 100 tl verince, BİMYBA bu işten hiç hoşlanmadı.. Çünkü dediğim gibi, ona göre eşyaları yeni kullanılmış, evi de pırıl pırıldı.. Sonuç olarak satmadı hiçbir şeyini.. İki gün sonra beni arayıp, "Evin temizlenmesi gerek, ev sahibine öyle vermeyeyim ayıp olur, sen DBT'yle birlikte bize gidip evi temizleseniz?" dedi.. Yani tabi şimdi düşününce hakikaten de ev sahibine ayıp olur.. Çünkü o evi ben o hale getirdim ve ben oturuyorum orada.. O şekilde veremem evi..

İçimden çığlıklar atsam da sakin ses tonumu korudum..


"Valla o iş yaş hacı.. Ben yapacağımı yaptım benden bu kadar.. Adiyos muços.." demek isterdim fakat diyemedim.. Bunun yerine "BİMYBA siz en iyisi bir temizlikçi tutun.. Ben o evi temizleyemem, temizlenmez o ev yani" dedim.. Tabi o yine kabul etmedi bu yakıştırmaları.. Sonuçta "Onun" evi yani.. Ne demek temizlenemez? Sadece üstten bir tozu alınsa yeter.. Çok kirli değil ki zaten..

Ya sen beni gecenin bir vakti aramışsın "Evimi temizleseniz ya be?" diye gayet pervasızca sormuşsun bu soruyu.. Ki iki gün önce evini toparlayıp, mahvolmuşum, hala sesimi çıkarmıyorum.. Sen bir de kalkmış başka bencilce bir istekten bahsediyorsun.. Neymiş biz temizlesek ne iyi olurmuş.. Olur tabi.. İş bedavaya gelecek ya kullan kullanabildiğin kadar bu iki enayiyi..

Telefonu kapattığımda sinirden saydırdıkça saydırdım.. Ya benim etrafımda neden bir tane normal adam yok ya? Neden bütün şizofrenler, psikopatlar, fantezi meraklıları, işgüzarlar beni bulur yarabbim? Neden? (Yeşilçam serzenişi)

Bak yine sinirlendim!

25 Ağustos 2011

Gaza Geldim Tutmayın Beni!



Evet 4. bölümü çevirip (çevirir gibi yapıp) bitirince önce tereddüt etmiştim 5. bölüm için ama dayanamadım!

Buyrunuz efenim Protect The Boss'ın 5. bölümünün altyazısı huzurlarınızda..

Yine çok eğlenceli bir bölümdü.. Son sahne müthişti hele.. 6. bölümün başında Ji Heon'u bir tokat bekliyor bence ahahahah.....

Lütfen hatalarımı bildirin.. Olmadı hatalarımla sevin beni.. (tamam yapmadım farzedin şu iğrenç espiriyi)

Altyazı için şuraya lütfen..

20 Ağustos 2011

Altyazı çevirdim sanki gibi gibi....



Evet bunu ilk kez yaptım ama oldu gibi sanki.. Bilmiyorum ki de tam.. Bayağı uğraştım ama onu biliyorum.. Şuan sırtımın ağrısından duramıyorum mesela..

Neyse efenim benim de çoğu koredaşlarım gibi pek sevdiğim bir dizi olan "Protect The Boss"ın 4. bölümünü çevirmiş bulunmaktayım.. İsteyen olursa çekinmesin kullansın eheheh... Üç günde çevirdim.. Yeni başlamama rağmen bana iyi bir süre gibi geldi, ne dersiniz?

Hatalarımı bildirirseniz çok çok makbule geçer..

Neyse ilk çevirinin günahı olmaz derler.. :P

Şuradan indirebilirsiniz..

16 Ağustos 2011

Zzzzzzzzzzzz

Bu aralar uyku düzenim borsa endeksi gibi.. İnişli çıkışlı.. Sabah 6 gibi yatıp öğleden sonra 2, 3 hatta 4'de kalktığım bile oluyor.. Bir ara niyetleniyorum erken uyumaya, e malum ramazan ayındayız, sahura kalkma olayından oldum olası haz etmediğimden -zira ne yediğimi ne içtiğimi anlıyorum öbür türlü- ister istemez benim uyumam en iyi ihtimalle 4'ü buluyor.. E beynim dinlenemediği için (beynin dinlenmesi önemli sonuçta.. hipopotalamus yok hipofiz yok o da değil adını hatırlayamadım şimdi, netten bakmaya da üşeniyorum neyse biz hipo diyelim.. evet hipo'nun dinlenmesi kendine gelmesi gerekirmiş, yoksa benim şuanki halim gibi serseme dönermişsiniz.. test edildi onaylandı..) zombi gibi dolanıyorum öyle etrafta..

İşte dün yine bu hallerdeyken saat 5buçuk gibi güneş yavaştan doğmaya başlamışken benim sanatçı ruhum hortladı.. Ama pek sanatamamışki ortaya yarısı karanlık, ortalama denecek bir fotoğraf çıktı.. Neyse ben de bari paylaşayım dedim.. Sanat veya değil sonuçta ortada emek var.. Emeğe saygı pls..

Evimizin balkonundan gün doğumu..


Hayatlarında bir kez bile olsa güneşin doğuşunu izlemiş olanlar beğensin, hem izlemiş hem şiir okumuşlar paylaşsın, hem izlemiş hem şiir okumuş hem üşümüşler el çırpsın, bunların hiçbirini yapmamış olanlarsa hiçbişey kaybetmediklerini bilsinler.. Güneş ya bu, doğar ve batar.. Abartmaya gerek yok.. Bakmayın siz şairlerin, yazarların bundan çok ekmek yediklerine.. Takılın siz sıcacık yataklarınızda.. Ohh mis..

1 Haziran 2011

Gel gör beni aşk neyledi...... :P :))))



Bu aralar pek bi hoşum.. Bişeyler var tam olarak belli değil ama hissettiğim şeyden çok mutluyum.. :)))) Bu bir sonuca bağlanır mı bilmem ama şuan hissettiklerimi uzun süredir beklediğimden dolayı sonuç pek de ilgilendirmiyo beni açıkçası.. :))) Anacım pek bi mes'udum canım.. :))))

Ha bunu niye buraya yazıyorum onu da bilmiyorum ama içim kıpır kıpır herkese ilan edesim var ahahahhhh.....

Notçuk: Uzun süredir yoktum yoğunluğumdan dolayı.. Bu vesileyle yeşil sahalara geri dönmüş bulunmaktayım.. İvit hoşbuldum.. :d

2 Mart 2011

Dava Açıyoruz!



Hobibox arkadaşımız bir imza kampanyası başlatmış.. Bu çok yerinde olan hareketi özgürlüğümüzün kısıtlanmaması ve sesimizi kesip oturmamamız için hepinizin destekleyeceğinizi düşünüyorum..


İmza atarken konuyla ilgili görüşlerinizi de bildirirseniz, Hobibox'un mahkemeye sunacağı itiraz dilekçesine ek olarak sunulacak ve elindeki belgeler daha da kuvvetlenecek.. Lütfen bu ayıba sessiz kalmayalım..

İmza atmak isteyenler şuraya lütfen..

1 Mart 2011

Bloguma Dokunma!!!!


Bu duruma çok geç olmadan dur demek gerek.. Konu hakkında fazla konuşmak istemiyorum zira neredeyse çoğu blog yazarları gereken şeyleri gayet güzel söylemişler.. 

Ayrıca gazeteler ve tam da şu anda Cüneyt Özdemir 5N1K'da bu konunun üzerine gitmektedir..

Umarım yakın zamanda bu saçmalığa bir son verilir..

Bu arada bir Facebook grubu kurulmuş.. Katılmak isteyenler şuraya lütfen..

6 Şubat 2011

Biri Beni Kendime Getirsin.. Ya da Getirmesin Ben Böyle İyiyim..


Bazen bir şarkı duyarsınız radyoda, bir müzik markette, kilitlenirsiniz hemen.. Kimin söylediğini merak edersiniz, sesi o kadar etkileyicidir ki şarkının içine çekip almıştır sizi hemen.. Düşünürsünüz kim olduğunu.. Sesi birini andırıyodur ama kimi.. A sanatçısı değil, B de değil C de değil, daha orijinal, farklı, daha önce duyulmamış biri ama kim? Sonra şarkıyı düşünürsünüz.. Sizi bu kadar derinden sarsan, içinizde bi yerlere dokunan, bittiğinde sizi alabora eden o şarkıyı düşünürsünüz.. Şanslıysanız hafızanızda kalan bir kaç kelimeyle hemen internetin başına geçer, ararsınız şarkıyı.. Yok eğer hatırlamıyorsanız, o zaman şarkıyla tekrar bir yerde karşılaşana kadar beklemek zorundasınızdır..

Bana bunları yazdıran konuya gelmek, ilk duyduğum andan beri beni sarsan, elektrik çarpmışa döndüren o sesten ve şarkıdan bahsetmek istiyorum sizlere..

Bu sesi ve parçayı ilk, bir hafta önce İncir Reçeli'nin fragmanında duymuştum.. Fragman bittiğinde görüntülerden ziyade aklımda yer eden tek şey Halil Sezai Paracıkoğlu'nun seslendirdiği parçaydı.. Buradan seslenmek istiyorum kendisine(evet blogumun sıkı takipçisidir hehe).. Sen insan mısın!? O nasıl bi sestir? Ve en önemlisi bunca yıldır bu güzellikten bizi mahrum etmeye gönlün nasıl razı oldu vicdansız!? Yahu yeminle dağıldım toparlanamıyorum.. Film nasıldır, hikayesi etkileyici midir, izleyenler nasıl yorumlayacak zerre umrumda değil.. İsterse Issız Adam gibi kofti bi film çıksın önüme, yine de sırf bu abinin sesini o salonda dolu dolu dinlemek için bile gidip izleyecem.. Yaktın beni yaktın!!!

Biraz önce Disko Kralı'na Halil Sezai Paracıkoğlu ve Melike Güner katılmıştı.. Ben de bu arada her zaman ki gibi Ekşi Sözlük'ü takip ediyorum.. Girilen entrylere bakıyorum falan.. Baktım biri "Halil Sezai Paracıkoğlu gitarını alıp şarkı söylese keşke" diye bişey yazmış.. Ben de "evet evet söylesinnnn" şeklinde ergen triplerine girmiştim ki abimiz gitarıyla birlikte sahnedeki yerini aldı.. Nefessiz izliyorum ama.. Ortalık dağıldı tabi.. Seyirciler deli gibi alkışlıyo falan.. Vatan Şaşmaz'ın suratındaki o "ohaa bu ne lan?!" bakışını görmeliydiniz ama hahah...

Neyse şarkı bitti, ben Ekşi'ye döndüm bakayım ne yazmışlar diye, tık yok.. Kimse bişey yazmamış.. Aradan 2-3 dakika geçti, millet patır patır döküldü.. "O kimdi?", "Nasıl bi sesti?", "Şarkı bitene kadar kimse bişey yazamadı..", "Mahvetti beni.." falan diye bir sürü şey yazılmaya başlandı.. Sonrasında tabi gelsin şarkının Youtube linkleri.. Tabi ki ben de sizlerle paylaşiciğim bunları.. Buyrunuz efenim:

Rakısını yudumladıktan sonra "isyan" diye bağırmıyo mu, işte benim bittiğim andır..

Bu parçanın adına "İsyan" denmiş ama aslında adı "Duman"..

 

Hemen ardından "Olsun" adlı şahane bir şarkıyla devam etmiştir..


Myspace sayfası da varmış.. Yaptığı birbirinden güzel parçaları dinlemek için tık..

Bu abinin potansiyelini keşfetmekte geç kaldım ona üzülüyorum.. Ama bunda senin de suçun var Sezai kabul et hehe.. Neyse en azından albümünü sabırsızlıkla bekleyenlerden olma şansına erişmiş oldum ki bu da fena değil.. (bknz. Kendini avutan yazık insan modeli)

Albümü çıkarsa ne hoş olur ama.. Listeleri alt üst eder yeminle.. Yapar mı ki? Mail bombardımanına mı tutsam acaba? Off sıyırdım iyice.. Manyak ettiniz beni Sayın Paracıkoğlu.. Soyadın bi tuhaf demedi deme ehueheu... Ama ses şahane.. Saygılar..

29 Ocak 2011

İzlenesi...

Bu aralar televizyon karşısında ayıla bayıla izlediğim üç reklam var dostlarım.. Sağolsunlar üçü de ağzımı ziyadesiyle sulandırıyolar.. Ama farklı anlamlarda ehuehuehu...

İlki yılların ülke çapında kalitesiyle nam yapan çikolatası Çokokrem reklamı.. Çocukluğumun çikolatasıdır kendileri.. Gerçi son zamanlarda kendisini Nutella ile aldatıyo da olsam, aramızda geçen onca güzel seneyi bir kalemde silip atamam tabi ki..

Eski reklamlarında çalan o şarkının yeri de ayrıdır zaten..

"Güneş doğar, şehir uyanır
Gün başlar, çay demlenir,
En tatlı sabahlar çokokremle başlar.
Sabahın habercisi, kahvaltının sevinci
Gün boyu tükenmeyen, güç veren enerji.
Güne hazırsın, asla durmak yok
Hızını kesme sakın gücün dorukta
En tatlı sabahlar çokokremle başlar
Çokokremmm"

Şarkı sanırım MFÖ'ye ait.. Kısa bir nostalji yaşamak isteyenleri şuraya alayım..

Bu reklamı ne zaman izlesem çok güzel şeyler hissederdim.. Dumanı tüten çay, taze ekmek, karşıda deniz, hafif sabah ayazı.. Bunlar değişik ve güzel duygular hissettirirdi bana.. Nedir o duygular diye sormayın bilmiyorum.. Güzel şeyler işte kurcalamayın..

Gelelim günümüzdeki reklama.. Bu reklamı sevme sebebim tamamen şu turuncu kafanın peltek peltek konuşmasından dolayıdır.. Sözcükleri tam çıkaramıyo, bi de aklı sıra aşçılığa soyunmuş falan.. Hele ki reklamın sonunda okul servisine yetişmeye çalışırken "benim çok ge...(anlamıyorum burayı) acelem diyorum siz hala beni bekletiyosunuz haa" demiyo mu ısırırım o yanakları len velet!


İkinci reklam yine pisboğazlığım ve bir ufaklıkla alakalı..



Sen ne şirin şeysin öyle ya.. Normalde pek çocuk sevmem ama yani gel de sevme şunu.. Şirinlik abidesi.. Koska yeni logosunun reklamını gayet ilgi çekici şekilde yapmış.. Ağzına tahin-pekmez sürmeyen bizim yan komşunun uyuz oğlu bile yiyosa, reklam amacına ulaşmış demektir.. Hadi o çocuk canı çekiyo, peki bize noluyo? Reklamı ne zaman izlesek annem, ben ve kardeşim hemen mutfağa koşturuyoruz.. Yiye yiye her yanımız bıngıl bıngıl oldu yeminle.. Yapmayın bunu yahu!

Eveeeeet en güzelini sona sakladım yıhyıhyıh....


Bu reklamı ne zaman izlesem ağzımın bir karış açılmasına engel olamıyorum.. Hayır öyle kas manyağı biri de değilim ama şimdi bir sürü Yunan heykelini de bir arada görünce ister istemez kendimden geçiyorum hahah.. Reklamın gördüğü ilgiye bakılırsa da yalnız olmadığım anlaşılıyo.. Erkeklerin çoğunluğu bu işe bozulup, "yemem abi ben o bisküviyi gay miyim?" diye gayet malca ve düz mantıkla yaklaşsalar da olaya, kabul etmeliler ki böyle bir reklama ihityaç vardı.. Ne yani biz bunca yıldır yarı çıplak kadınları izlerken sorun yoktu da yarı çıplak adamlar piyasaya çıkınca mı sorun oldu? Yok öyle yağma.. Biz o görüntülere nasıl katlandıysak siz de buna katlanacaksınız.. Böyle de postamı koyarım hahay..

Evet ne diyoduk? He reklam.. Hakkaten şahane bi reklam olmuş.. Yönetmeninden, senaristine, yapımcısından, bisküvi üreticilerine kadar hepsini teker teker tebrik ediyorum.. Bir kere hedef kitle belli: Kadınlar.. Nasıl ilgi çekeceklerini de çok iyi anlamışlar.. Biscolata'nın ilk reklamı da kadınlar üzerineydi ama onu hiç beğenmemiştim açıkçası.. Hatırlarsınız siz de.. Bir grup kadının erkeğin karşısında yerli dansı -ya da haka dansı her neyse- yaparak elindeki bisküviyi almalarıyla ilgiliydi.. Ki o reklam ürüne yapılmış büyük bir hakaretti bence.. Yani insanların alacağı varsa da almamış, yanına bile yaklaşmamışlardır.. Benim gibi mesela.. Gerçi hala tadına bakabilmiş değilim ya neyse.. Bunu firma da anlamış olacak ki daha çarpıcı bir reklamla geri dönmüş.. Türk reklam anlayışına yeni bir renk kattılar sağolsunlar.. Devamını bekliyoruz ehehehe....

Ya o değil de ben bu Biscolata'yı hiçbi yerde bulamıyorum o ne olacak? Buradan yetkililere sesleniyorum, yardım edin! Bakın ürünü fazlasıyla çekici bir şekilde pazarlıyosunuz bari dağıtım ağınızı da bi zahmet genişletin.. Yoksa Simge gibi başlayacam "mağdurum da mağdurum" diye.. Yapmayın etmeyin..

9 Ocak 2011

Yorgunum Dostlarım!

Şu iki gündür benden bir ben daha çıktı sevgili blogseverler..

Çok sevdiğim(!) hocam sağolsun 6 tane çizimi önümüze koydu ve salı gününe kadar çizip getirmemizi istedi.. Dünden beri uğraşıyorum -ki hala bitiremedim- ve şuan belimi, omuriliğimi, kaburgalarımı, omuzlarımı yani kısacası üst tarafımı hissetmiyorum.. E ozaman nasıl bunları yazıyosun diyenlere de, "anacım kimse beni bu pc'nin başından kaldıramaz kaldırabilemez" derim..

Neyse ayrıca bu adam bir hafta "ak" dediğine diğer hafta "kara" diyen biri.. Ne doğru ne yanlış bilemiyosun.. Hocam! Seviyorum seni! En iyi dileklerimi de yolluyorum ayrıca.. Canım benim!

İşkencemin sadece görünen kısmı..


Kore dizilerinden alışık olduğum bi replikle yakınmak istiyorum: "Önceki hayatımda kesin birine çok büyük bi kötülük yaptım!" Başka bi açıklama bulamıyorum zira!

Neyse bu bedbaht günlerde beni hayata bağlayan elbetteki bişey var.. Nedir nedir? Secret Garden.. Dırırırırıııııınnnn.....

Aneeem ben çok sevdim ya bu diziyi.. Bikaç gündür izliyorum ve bayıldım! Her bölümde kahkahalarımla evi inletiyorum.. Hatta bigün gariban kardeşimi uykusundan uyandırdım.. Ağlamıştı sonra kız falan.. Neyse..

Kendisi (bloguna buradan buyrunuz) zamanında "Yocanın Gil Ra Im" esprisi yapmış idi ve ben anlamamış saf saf başka şeyler söylemiştim.. İşte o zaman çok utanmıştım.. Dedim ben bu diziyi izler, milletin yaptığı esprilere katılır, bilmeyenleri eziklerim arkadaş.. Ve işte başladım izlemeye.. İyi ki de başlamışım..

Kim Joo Won ve Oska favori adamlarım.. En çok onlara gülüyorum.. He bi de fazla sahnesi olmasa da çıktığında beni fazlasıyla güldüren Sekreter Kim.. Bi yazısında kendisi bahsetmişti bu adamdan.. Omuz oynatışından falan.. Hakkaten ya adam ağlarken bile o omuzlar rahat durmuyo hahahah....

Çok hoşuma giden bi dialog olursa hemen not alıyorum hahahhahaha.... Mesela Kim Joo Won'un raporlar her önüne geldiğinde okumadan, milleti dinlemeden söylediği laf: "en iyi plan bu mu? emin misiniz?" hahahah..... Bir de Kim Joo Won'un Oska'ya söylediği şu cümle: "sırf uzun görünesin diye mi o kafanı taşıyorsun?" hahahaahahh buna da çok gülmüştüm..

Dikkat ettim de hep Kim Joo Won'un laflarına gülmüşüm.. Şu İtalyan modacı meselesi de var tabi.. Sonradan o eşofmanlar değişti ve modacı da Fransız oldu sanırsam ama cümlenin kalıbı değişmedi.. "Bu eşofman İtalyan bir modacı tarafından teker teker..." hahah alem bu adam canım..

Dizide bir diğer hoşuma giden şey de Gil Ra Im'ın mesaj sesi.. "Muncça vaşyo" gibi bişey diyo.. Acayip hoşuma gitti.. Aradım taradım ve o melodiyi buldum.. nihahahahhh!!! Sizleri de düşündüğüm için şuradan indirme linkini de veriyorum.. Reca ederim reca ederim..

Son olarak şu iki gifi de paylaşayım bari..


Gil Ra Im'in ruhu Kim Joo Won'unun vücudundayken, aynen yukarıdaki gibi mesaj sesini taklit eder.. Kim Joo Won da "benim suratımla yapma şunu!" der.. ahahahh.....



Şu sahne için hiçbi şey söyleyemiyorum.. Gülmekten tabi ehuehuehuehuehue.....

Biraz önce 16. bölümünü de izledim.. Kim Joo Won yine rahat durmadı ve o büyük cesaretini(!) göstermek istedi.. Tabi gerisini tahmin etmek zor değil: rezil oldu.. muhahahah.....

Şu yazıdan sonra büyük bir ihtimalle Secret Garden yazısı yazmam.. Artık diğer blogdaşlarımın yazdıklarını okuyup, yorum yaparım.. Şimdiden duyurayım sonra üzülmeyin kıhkıhkıhkıh.....

2 Ocak 2011

İkisi Bir Arada Pek Bi Şükela

Bugün can sıkıntısından 2 film ve bir dizinin 1 bölümünü izlemiş bulunmaktayım.. Yani bu da kabahesap 5 saatimi pc başında kah ağlayıp kah gerilip kah gülerek geçirdiğim anlamına geliyor.. Siz benim gibi yapmayın emi çingularım.. Bünyeye bu kadar yüklenmek iyi değil.. Şu anda gözümün önünden birbirine geçmiş sahneler geçiyor.. Sesler de cabası: "sekyaaa!!! acuşiii :(( pabo!..." Oynatmama az kaldı doktorum nerde?

Neyse lafı fazla uzatmadan filmleri tanıtayım ben..

WINDSTRUCK

Konusunu sinemalar.com'dan alıntılıyorum.. Suçluları yakalamaya çok hevesli yeni yetme polis memuresi Kyung, izinli olduğu bir gün sokaktan gelen yardım yakarışlarına kulak vererek; kapkaçcının peşine düşer.
Kyung peşine düştüğü adamı yakalar fakat yakaladığı adamın yanlış adam olduğunun çok geçmeden farkına varır..
Evet, belki yanlış adamı yakalamıştır ancak ondan hoşlanmıştır. Özür dileyeceği yerde, adamla yakınlaşmak için; ortada anahtarı olmayan bir kelepçeyi geçirir kollarına....

Filmin ilk 1 saati tıpkı My Sassy Girl tatlarında geçti.. Zaten kız aynı kız izleyenler bilir.. Kız aynı ama değişen yanındaki gariban tipler.. Film boyunca çekmedikleri kalmıyor bu kızın elinden.. Neyse tabi 1 saatten sonrasında işin rengi değişti.. Film daha farklı yerlere gitmeye ve beni derin üzüntülere gark etmeye başladı.. Ha ama sonunda yine My Sassy Girl'e bağlayarak beni dumur etmiştir o ayrı..

İlk yarıda ne kadar güldüysem, ikinci yarıda da o kadar ağladım.. Ama ayıptır yahu! Nolacak bu Koreliler'in ağlatma sevdası? Hadi onlar ağlatıyor ama ben niye oturup izliyorum? Mazoşist miyim neyim...

Şuradan ve şuradan da filmin sevdiğim iki şarkısının linkini vereyim de içimde kalmasın.. 

Neyse çok fazla yorum yapmak istemiyorum spoiler vermemek için.. O yüzden bununla yetinmeyi bilin hehe...


Gelelim izlediğim ikinci filme..

THE MAN FROM NOWHERE


Yine sinemalar.com'dan yararlanıp aynen kopyalıyorum konusunu.. Filmin başrol oyuncusu Won Bin(Tae-sik), mafya tarafından kaçırılan küçük kıza yardım etmek için, çekildiği köşesinden dışarı çıkar.

Bunun dışında başka şeyler yazan yerler de var ama izlemek isteyenler için söylüyorum, bakmayın.. Çünkü maşallah içine bir replikleri katmadıkları kalmış.. İyi ki okumadan izlemişim.. Yoksa güzelim film hiç olacaktı..

Film konusu ve ilk baştaki gidişat bakımından Leon'la benzerlikler taşıyor.. Hatta ilk dakikalarda aynı gidecek sanmıştım, Leon'un Kore verisyonu gibi birşey bekliyordum neredeyse.. Ama dakikalar ilerledikçe bambaşka durumlar ortaya çıkmaya başladı..

Bir kere Won Bin film boyunca karizmasıyla gözlerimi şenlendirdi.. Baştan aşağı siyahlar kuşanmış, saçları uzun-kısa arasında biyerlerde duran(tamam anlatamadım), süpersonik dövüş teknikleriyle milleti yerden yere vuran insanüstü birşeydi.. hahahah evet çok etkilendim..

Her sahne ayrı bir güzeldi ama özellikle şu sahnedeki hali bana The Crow 2'deki Vincent Pérez'i hatırlattı..


Yüzünü beyaza bula, gözlerden aşağı iki çizik at, dudakları boya, e zaten intikam peşinde bir adam.. Al sana bizim vinsınt hahah...

Neyse konuya döneyim.. Won Bin evet karizmatik falandı ama oyunculuğu da bir o kadar etkileyiciydi.. Daha önce başka bir yapımını izlemedim.. İlk bu filmle tanıştım kendisiyle ama artık takip ediciğim.. Böyle bir yetenekten(evet sadece yeteneği için) mahrum kalmak olmaz dimi?

Küçük kız çok tatlıydı.. Hatta o tatlılığıyla yağuşuklu kötü adamı bile alt etti.. Harbiden bak o adam da çok hoştu he.. Abazalık belirtileri göstermeye başlıyorum.. Hiç iyi değil hiiiiç....

Filmin sonunda çalan şarkıyı çok beğendim.. Sahne vurucu, kadın içli içli söylüyo falan.. Kötü oldum yahu.. İndirmek isteyenler için buradan buyrun..

Bu arada çok fazla şiddet sahnesi vardı bea.. Bi ara dayanamayıp hızlıca geçecektim oraları.. Benim bünye alışık değil öyle kan görmeye.. Sırf bu yüzden milletin övüp bitiremediği Kill Bill'i bile izleyemiyorum.. Ayy bak yine gözümde canlandı o sahneler.. Fıskiye gibi kan fışkırıyodu adamlardan.. Öeeeeğğğ...

Uzun lafın kısası, bugün evet kıçım belki sandalyeden kalkmadı ama olsun yine de çok güzel iki film izledim.. Günüm renklendi, bi kendime geldim.. İzlemeyenler de izlesin ve izlettirsinler.. Sevaptır..